“Bu yollardaki ağaçların, armut, elma, ılgın ağaçlarının ben öldükten sonra da var olacağını
düşündükçe, bana, ebedi uyku saati henüz çalmamışken artık çalışmaya koyulmamı
öğütledikleri hissine kapılıyorum.”
Marcel PROUST
Ölmüş bir profesörün saatini koluma taktığım gün, insana hizmet eden
nesnelerin/şeylerin, insanın kendi varlığından daha uzun ömürlü olduğu gerçeğiyle yüzleştim.
Bu deneyimi bir saatle yaşamak bana bir noktada şunu sorgulattı: “Saatin sahibi, henüz
hayattayken akan zamanı bu kol saatinden takip ediyordu. Kendisinin de içinde akıp gittiği bu
zamanı ona, işte bu saat gösteriyordu. Şimdi, dünyada tuttuğu mekânı yitirmiş olmasına
rağmen, bu insanın zamanı kontrol ettiğine -inandığı- bu saat, devam etmekte olan hayatı hâlâ
göstermekteydi.” Bu, henüz zamanın ne olduğunu algılamakta pek ilerleme kat edememiş
genç zihnim için oldukça büyük bir deprem etkisi yarattı. Vakit, insan için bitmiş görünse de
zaman, kozmos için işlemeye devam ediyordu.
Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” isimli yedi ciltlik romanıyla ilgili okumalar
yaptığımda, kendim için zaman sorgusunu bir kez daha açmış oldum. İnsanın, neyi
soruşturacağının, neyi arayacağının bilincine varması, başlangıç için iyi bir adım sayılabilir.
Proust üzerine yazılmış sayısız makale ve kitap var. Yazdığı yedi romanı “Kayıp Zamanın
İzinde” Başlığı altında toplaması, yüzlerce kahramanı ve uzun bir zamanı ele alması, bunun
yanında ilginç bir şekilde karakterleri ve olayları devamlı birbirine bağlaması hayranlıkla, edebi
dünyada dikkat çekmekte. Aslında bu, bana kalırsa, Tanrı’nın zamanı yaratmasına ve içinde
yaşayanları döngü içinde devamlı birbiriyle karşılaştırmasına yönelik bir meydan okumadır.
Bunun yanında Tanrı’nın kurgusuna yapılan bir güzelleme, bir zorluk bildirisi, bir bilinç
kutlaması da olabilir. Burada, romanın neyi amaçladığına dair tahmin yürütmek yerine, bilinç
ve insan zihni üzerine çalışan kimselerin romanda dikkat ettiği bir noktaya değinmek istiyorum.
Edebiyat dünyasında ikonik bir yer edinen “Madlen Anımsaması” Proust’un romanlarıyla
ortaya çıkmıştır. Bu yedi ciltlik eserlerinde en meşhur mesele bu olabilir. Nedir Madlen
Anımsaması? Marcel Proust’un yedi ciltlik roman serisinin ilki olan Swannların Tarafı’nda, baş
karakter, annesinin kendisine uzattığı madleni (bir tür kek), çaya batırmış ve onu yerken, bu
tadın kendisini bir başka âna götürdüğünü anlatmıştır. Tüm hikâye bu anımsama ile başlar.
Günlük hayatta çokça yaşadığımız bir durumla benzerlik görünmekte.
Arasında alaka kuramadığımız bazı nesnelerin bizde birtakım olayları anımsamaya götürmesi.
Bir koku, bir sahne, bir bakış, bir kelime ve bazen herhangi bir nesne bizi daha önce yaşadığımız
ve hatta zihnimizi zorlasak dahi hatırlayamayacağımız bazı anılara ışınlayabiliyor. Bu, dejavu
dediğimiz “ben bunu daha önce yaşamıştım” anımsamasından farklı bir durum. Çünkü dejavu,
yaşanıp yaşanmadığı meçhul bir hisse işaret etmektedir. Madlen anımsaması ise, daha önce
anımsanmamış olsa dahi muhakkak daha önce yaşanmış bir hatırayı bugüne getirmektedir.
Proust’un iddiası odur ki “her hatıra, kendisini hatırlatması için bir nesneyi beklemektedir.”
Bu bakımdan aralarında bir alaka kurulsun ya da kurulmasın durumlar ve hatıralar arasında
kurulan bağlantılar, bizi zaman içinde yeni duygulara ve durumlara sevk eder.
Henry Bergson, Madde ve Bellek isimli başyapıtında belleğe dair enteresan çıkarsamalarda
bulunur. Bellek, maddi dünyanın sınırları içindedir. Maddi dünya, belleği içkindir. Dolayısıyla
bellek evreni kendi varlığının dışına çıkarak kapsayamaz, çünkü onun bir parçasıdır.
“Maddi dünyanın parçası olan beyindir, yoksa maddi dünya beynin parçası değildir”
Burada belleğin, insanın hür iradesi dışında, madde dünyası içindeki bazı uyarıcılarla
geçmişe ve geleceğe bir köprüyle bağlandığını görüyoruz. İnsan, hatırlamak istese bile
hatırlayamayacağı bir ayrıntıyı, o anda bağlantısız gördüğü bir nesnenin yardımıyla çok
net hatırlayabiliyor.
Yedi ciltlik romanda karakter ve hikâyelerin enteresan bir şekilde birbirine bağlanması da
bu anımsamalar zinciriyle mümkün olmaktadır. Okuyucu için absürt görünen, hatta zorlama
denginde bir bağlama aracı olarak görülen bu kavram, aslında yaşam içindeki zaman
kurgusunun, farkında olalım ya da olmayalım nasıl bizleri birbirimize ve durumlara bağladığını
örneklemektedir. Yedi cilt romanın ve içindeki yüzlerce kahramanın eninde sonunda bir
yerlerde birbiriyle ilişkili olması bizi şaşırtır. Halbuki gerçekte hayat, tüm karakterleriyle bir
bütündür. Ve bize sıkça gösterir ki dünya çok küçüktür.
Birkaç hafta evvel, seneler evvel vefat eden dedemin gözlerini tedavi eden bir doktor ile
tanıştık. Dedemin altıncı seansta, doktorun kolunu sıkarak, gözlerindeki buğulu sis perdesinin
kalktığını ifade etmek için: “Doktorcuğum, doktorcuğum, şu anda göz bebeklerini bile
görüyorum” dediğini sevinçle anlattı. Doktor gülerken ben ağlıyordum. Gençliğinde gözüne
batan odun kıymığının, onda açtığı ruhi yaraların ve hatta çocukluğumun bir kısmında onun
göz kapağının yarı kapalı olduğunu hatırladım. O anda Franz Kafka’nın şu sözü zihnimde çınladı:
“ Beni kıskıvrak yakalayan şeyin, sana dokunması bile gerekmez ya da tersi; senin için
masumiyet olan şey, benim için suç olabilir ya da tersi; sende hiçbir etki yaratmayan şey,
benim mezarım olabilir."
Aynı mesellerin, insanlar üzerinde bu kadar farklı etkiler bırakıyor olması beni her zaman
dehşete düşürmüştür. Bunda zamanın etkisi nedir, diye soracaksınız. Bunda, insanın
doğduğu vaktin, öleceği vaktin, içinde bulunduğu çağın ve dahası, hangi zamanlardan nasıl
miraslar üstlendiğinin bile önemi var.
Şaşmaz bir düstur ki hayat, hem büyük bir matematik barındırıyor hem de
hesaplanamaz bir karmaşıklığı ihtiva ediyor.
Proust’un ve Bergson’un maddeyle ilişkili ya da onda içkin halde bulunan belleğe dair
yaptığı incelemelere dair bu yazı dizisini ömrüm olursa sürdüreceğim.
Şimdilik okuyucuya
kısa bir girizgahla, Merhaba!
Betül AZRA
Comments