top of page
Yazarın fotoğrafıRecai Aşveren

Okumak ve Erdem Üzerine

Okumak Üzerine


"Cehalet ancak zenginlik ile bir arada bulunduğu zaman soysuzlaştırıcıdır."

Schopenhauer


Çocukluğumuzun şu kulağımızdan pası silinmez sözü: "Oku da adam ol." Şüphesiz, öncelikle adam olmanın, donanımlı, tam teşekküllü, erdemli, olgun bir insan olmanın yolu okumaktan geçtiği bir gerçek idi. "Paşa olmuşsun lakin adam olamamışsın" sözü ile biten halk hikayesinde de olduğu gibi makam, mal mülk, şan, şöhret elde etmek ile de ulaşılamayacak bir erdem idi.


Hatırlarsanız, boş vakitlerinizde neler yaparsınız? Sorusuna karşılık olarak kitap okumanın yanında birkaç hoş hobi de eklenerek soruya verilen tatminkar bir cevap ile kişinin bu entelektüel erdeminden dolayı beyninin içerisinde bulunan amigdalası onore edilirdi.

Okumak bir boş vakit meşgalesi midir diye sormadan edemeyeceğim şimdi. Yoksa bize bu soru mu sebep olmuştu boş zamanlarımızı kitap okumakla doldurmamız gerekliliğini. Veyahut bu topraklarda yaşayan insanlar dolu vakitlerinde ne yapıyordu? Bir hoş ve boş vakit geçiştirme meşgalesi olabilir miydi kitap okumak? Bize buna kim ikna etti?

Bize buna kim inandırdı?



Burada kitap okumanın önemini, insana kattığı değerleri anlatacak kadar düşmeyeceğim lakin bireyin kendi öz bilincine: “Neden okumalıyım.” sorusunu sormakla birlikte; okumakla birlikte kadar ne okuyacağını, kimleri okuyacağını ve nasıl okuyacağını da sorması gereken bir gerçektir. Eğitim yaşantımız içerisinde Ne? Neden? Niçin? Sorularını sormayı öğrenmediğimiz gibi bu soruları da cevapsız bıraktığımız acınası bir gerçektir. Önümüze konan her paragrafı ve sorunun altını çizmemizi söylediler. Bizlerse yukarıdaki soruları eksik bırakarak ayırt edicilikten bir haber gerisin geriye karalayıp altlarını çizdik. Geriye kalan ise karalanmış birkaç satır, sindirilmemiş, fark dahi edilmemiş, zihnimizden uçup giden nice bilgi.






Schopenhauer şunları söyler: "Okumak söz konusu olduğunda nerede duracağını bilmek çok önemli bir şeydir. Bunun esası, neredeyse bir salgın haline gelen yaygın bir şekilde okunan bir kitabı, sırf bu yüzden okumaktan ısrarla uzak durmaktır denebilir. Sözgelimi sebepsiz gürültü, şamata çıkaran, hatta yayın hayatına atıldıktan sonra birkaç baskı sonrası unutup giden, siyasi, romanlar, şiirler ve benzerleri böyledir.”

Ve ekler: “Ahmaklar için yazanlar her zaman karşılarında geniş bir okuyucu kitlesi bulurlar; okuma için ayırdığınız zamanınızı, münhasıran, bütün zaman ve ülkelerin büyük kafalarının eserlerine tahsis edin. Onlar insanlığın geri kalanını yukarıdan seyrederler." Der.



Yine Antik yazarlardan eserlerini bir baba öğüdü gibi okuduğum Seneca ise şunları söyler: "Gene de dikkat et, birçok yazarı ve her türden kitabı okumak seni kararsızlığa ve tutarsızlığa iter...Usunda sürekli egemenlik kazanacak düşünceler elde etmek istiyorsan sınırlı sayıdaki usta düşünürlerden ayrılmaman ve onların eserlerini sindirmen gerektiği... Ve çok sayıda kitap okumak ya şaşkınlık ya da bir konuda odaklanamamaktır."


Kitaplar ile tanıştığım günden bu yana cahilliğimin ve bilgisizliğimin giderek daha da arttığını ve büyüdüğünü itiraf etmeliyim. Lakin insanlardan, kuru kalabalık ve gürültüden, insanlar ile gereksiz, boş ve manasız muhabbetlerden, o kalabalığın ruhlarında taşıyor oldukları aç gözlülük, hırs, arzu, şehvetten, nefislerinde ki doyumsuzluktan beni azade etmeleri ruhumu pek bir dinginleştiriyor. Ayrıca Victor Hugo, “Anti Kütüphane” kavramından bahseder. Ona göre, okunmamış her bir kitap bu kütüphanenin içerisindedir. Böylelikle insan ne kadar çok okumamış kitap olduğunu fark etmekle birlikte kendi cahilliğini ve bilgisizliğini de fark eder.



Okumaya ayrılan sürenin sınırlılığı üzerine


Tarih boyunca Türk milleti olarak bir olmaktan, birlik olmaktan yana büyük mücadeleler ve savaşlar verdiğimiz su götürmez bir gerçektir. Schopenhauer, İnsan Doğası Üzerine adlı eserinde ahlaki normlarımızın kalıtsallığından dem vurmakla birlikte sanırım bizim, milletçe zorluk ve mücadele karşısında bu bir ve birlik içinde bulunuyor olduğumuz ruhunu kanıtlar nitelikte. Aynı zamanda insanoğlunun avcı toplayıcı döneminden birlik olma ve birlikte hareket etme, koloni olma dürtüsünü de göz önünde bulundurmamız gerekli olduğunu düşünüyorum. Ki bu durum mevcut kalıtsallığımıza işlenmiştir.


Aksine, tarihimiz boyunca süregelen ve ruhumuza işlemiş olan bu birlik ve birlikte hareket etme dürtüsü karşısına bireyselliği, yalnızlığı, düşünü, usu aldığımız vakit işler biraz sarpa sarabiliyor. Çünkü yalnız olan birinin yardıma ihtiyacı olabileceğini, tek başına kalmış, kendini insanlardan ve çevresinden soyutlamış birini, öteki biri veyahut zayıf, zayıf ruhlu biri olarak zihnimiz bu süregelen kalıtsallığımızdan dolayı damgalamaya pek yatkın.


Esasen yine dünya ve insanlık tarihine baktığımızda büyük kafaların yalnız yetiştiği, büyük icatların sahipleri yine kendi usunu, düşüncelerini kendi yalnızlık ve hayal güçlerine içerisine bıraktığı su götürmez bir gerçektir. Schopenhauer'in şu sözü hemen kulaklarımı çınlatır: "Herkesin kendi yeterlilikleriyle karşı karşıya bırakıldığı yalnızlıkta, bir insanın kendinde sahip olduğu şey gün ışığına çıkar." Ek olarak Seneca'nın İnziva Üzerine adlı eserini de hatırlatmam pek yerinde olacak.



Pekala ne kastediyorum?


Öncelikle yalnız kalmayı, yalınlığı ve sadeliği kendimize şiar edinmemiz gerektiğini söylüyorum. Yalnızlığın gücünü öne sürüyorum çünkü kolay zaferler, zor zaferlerin şerefini her vakit kıskanmıştır. Yalnızlık bir zayıflık ve düşüklük veyahut düşkünlük olmadığını söylüyorum. Kalabalık ve gürültüden uzaklaşmak, ancak bu şekilde zihnimizi toparlar, düşüncelerimizi, hislerimizi, duygularımızı bize ayırt ettirir. Kendimizi, fikrimizi bu şekilde buluruz.


Okumaya ayrılan sürenin de bir sınırı olması gerektiğini buradan dem vuruyorum.

Çünkü biz bir okuma yaparken, düşünme eyleminin iplerini tamamen yazara bırakırız ve o bu işi alabildiğine sırtlanır bir şekilde bize asla hissettirmeden götürür. Edindiğimiz bilgileri ve düşünceleri tıpkı kendimizin gibi kendi zihinlerimiz içerisinde taşıdığımız gibi herhangi bir sohbet ve tartışma konusunda olduğu gibi ortaya atarız. İşte dogmalar da burada meydana çıkar. Oysa biz zihinlerimiz içerisindr bilgiye, bilgeliğe ve erdeme ulaştığımızı sanırız.

Platon, Epinomis adlı eserinde bu başkalarının düşünce ve fikirlerini kendi fikir ve düşüncelerimiz gibi alıp kabul etmemizi ve bilgeliğe eriştiğimizi sanmamıza dair şunları söyler:

"Bilicilik, tefsircilikle de buna ermek mümkün değildir. Çünkü bunlar zaten söylenmiş olanlardan haricini bilemezler. Böyle olunca onların bunu öğrenmiş oldukları da söylenemez."


Esas mesele, kendi düşüncelerimiz ve kendi fikirlerimiz ile ne kadar var olabildiğimiz, kendimizi oluşturabildiğimizdir. Descartes'in "Cogito, ergo sum." Yani “Düşünüyorum öyleyse varım” felsefesi de tam olarak bunu yansıtmaktadır. Aksine mütemadiyen yaptığımız okumalar, düşüncemizi zayıflatır ve köreltir. Ve son olarak “Düşünebildiğini düşünmek...” sevgili okurlarımızı bunu düşünmeye sevk ediyorum.






Yeri gelmişken bir parantez açmak istiyorum. Neden okuduğumuz ya da yazdığımız metinlerde büyük kafaların sözlerine yer veriyoruz. Ya da o büyük kafaların eserlerinde de karşılaştığımız antik yazarlardan alıntılar ile karşılaşıyoruz. Bu, kanıtlamaya calıştığımız düşüncelerimizi pekiştirmek adına ve daha sağlam temellere oturtmak için mi. Yoksa o sözlerin hakikatini, düşünmeyi ve betimlemeyi düşünemediğimiz için mi? Yoksa bizden önce yaşamış bu büyük kafaların sözlerini biteviye kullanmamız acep bu insanların, insanlığın diğer kalanını yukarıdan izlediği için mi?



Kısaca Erdem Üzerine


Bilinir, ilkçağ filozof ve düşünürleri erdemi bir idea haline getirmiş, bunu yaşam ve düşünüşlerine ya da uslarına kazımaya çalışmışlardır. Platon bir gün arkadaşları ile sohbet ederken ona kızgın olan bir kimse yanından geçtiği vakit yüzüne okkalı bir tükürük fırlatmıştır. Platon ise buna kayıtsız kalarak, yüzüne tüküren kişinin hatasına, kendinden bir hata ile karşılık vermemek adına görmezden gelmiştir. Erdem dediğimiz şey de bir tutkudan ibaret olduğuna göre öncelikle kendi zihinlerimize, insan olmanın insanlığı nereden geldiği sorusunu sormak düşer. Nice’nin de dediği gibi "Bize zarar veren değil, aşağılık olan kötü kabul edilir."


Recai AŞVEREN

404 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page